Yeniden Filistin: Barbarlar ve Hak Sahipleri

13 Aralık Gazze ve İnsan Hakları Paneli

Sakarya Üniversitesi Hukuk Fakültesi

 

Vahdet İşsevenler

 

Gazze’de şahit olduğumuza benzer kriz durumları temellere dönmeyi zorunlu kılıyor. Bu bir kriz durumu. Ortada bir savaş olduğu için değil. Savaş, anlam dünyasının bir uzantısıdır. O sınırlar içerisinde kalındığı takdirde bugün gördüğümüz türden reaksiyonlar nadiren oluşur. “Sen mi demokrasi getireceksin, hani kimyasal silahlar” denir belki ama oradan öteye nadiren gider. Zira bundan sonrası argümantasyondur. Olgu çarpıtılır, gerekçe bulandırılır ama anlam dünyasının içerisinde kalınır. Bugün ise o anlam dünyasını inşa eden temel kavram ve kavrayışlarla çelişen bir durum söz konusu. Hastanelerin saldırı altında kalması, sivillerin öldürülmesi bir çelişki meydana getiriyor. Bu yüzden bir kriz durumu.

 

Böyle bir durumda da en temel kavramlara tabiri caizse hukuki düşüncenin abecesine dair hafızamızı tazelememiz gerekiyor. Zira önümüzde çok temel bir sorun var. Birileri yok ediliyor. Var olmalarına müsaade edilmiyor. Varlıkları tanınmıyor. Varlık ama nasıl bir varlık diye işte çoğunun lüzumsuz bulacağı soruyu sormamız gerekiyor. Zira bu soruya vereceğimiz cevap varlığı tanınmayanların nasıl bir muameleyi hak ettiğini yani onların neden mahrum bırakıldığını da ortaya koyacaktır.

Birileri hemen alelacele laf salatası yapıldığını ima ederek burada düşünülecek, konuşulacak bir durum yok orada insanlar ölüyor diyecektir. Ne var ki bunu ifade etmek kolay olsa da bir karşılık bulabilmek o kadar kolay değil. İsrail’in kör göze parmak yaptığı hatalardan biri de Netanyahu’nun “Bu barbarlığa karşı geniş kapsamlı bir medeniyet savaşıdır. Ne tür insanlar böyle şeyler yapar? Cevap şu ki onlar insan değil, canavarlar.” gibi ifadeler kullanmasıdır. Bunların rast gele ifadeler olduğunu düşünmeyin. Tam olarak yukarıda zikrettiğim, düşünceyi mümkün kılan belirli bir diskurun temel kavramlarını hedef alan ifadelerdir. Açıklamadaki iki noktaya dikkat ediniz. Diyor ki: muhatabımız barbarlar, insan değil canavarlar. Barbar ve insan olmayan. İnsan hakları münasebetiyle dikkate almamız gereken noktalar bunlar. Barbar ne demektir bilir misiniz? Gözünüzde nasıl bir imge canlanıyor barbar denilince. Greko-romen medeniyetinde barbar, barbarbar konuşan yani konuştuğu anlaşılmayan kişi demektir. Kimin konuştuğunu anlamazsınız. Yabancının. Bakın Türkçe bu konuda yol göstericidir. Yabancı dediğimiz kişi yabanda yaşayandır. Popüler kültürden hareketle örneklendirecek olursak Game of Thrones dizisinde duvarın öteki tarafında yaşayanlar gibi. Duvarın bu tarafı ise yaban değil. Neresi öyleyse? Şehir, yani medeniyet. Yani Medine. İşte kime insan dediğiniz burada kendini belli ediyor. Dilinden anladıklarınız. Dilinden anlamaktan maksat fakat ne konuştuğunu anlamak değildir. Yine Türkçeden ilham alalım. Konuşmak işteş bir fiildir aslında. Aynı yere konmayı, aynı yeri paylaşmayı ifade eder. Yani dilinden anlamak burada tartıştığımız temel kavramlara aynı anlamı vermek suretiyle bir medeniyet inşa etmek, içinde insanca yaşanabilecek bir şehir kurmak demektir. O şehrin içindekiler türdeştir, yani insan denilen hemşehir olanlardır. Bu işin doğrusu budur anlamında söylemiyorum bunları, normatif değil betimleyici ifadeler bunlar. Ortak anlam dünyasını paylaşmayanlar ortak hareket edemezler. Şehir dediğiniz insan kalabalığı değildir. İnsanların belirli bir şekilde bir araya gelmesi belirli hareket tarzlarını paylaşmasıyla mümkün olur. Bu her insan birlikteliği için böyledir. Cemiyet, cemaat, millet… İnsan toplulukları küçük olsun büyük olsun, belirli bir kavram etrafında bir araya gelmek suretiyle bir birlik ihtiva eder. Öteki türlüsü kalabalıktır, yığındır. Beraber hareket etme kabiliyeti yoktur. 11 kişiyi bir takım yapan ortak amaçtır. Tribündeki bin kişi bu yüzden bir anlam ifade etmez. Sahadaki 11 kişi bu amaç olmaksızın bir araya geldiklerinde yine takım oluşturmazlar. Akşam yemeğinde bir araya gelmiş bir arkadaş grubu olabilir. Her gün Mecidiyeköy’den binlerce insan geçiyor. Polisin müdahalesini duydunuz mu? Onların yürüyüşü ile polisin müdahale ettiklerinin yürüyüşü arasındaki fark ikincilerin belirli bir amaç etrafında bir araya gelmiş olmasıdır. Bu onları iktidar yapar. Evet, iktidarın bir anlamı da belirli bir amaç etrafında bir araya gelen insan birlikteliğidir.

 

Fakat insan hakları düşüncesi bunu ıskalar. Zira bu düşünceye göre insan sadece var olmak münasebetiyle hak sahibidir. Bu ifade kendi başına ele alındığında itiraz gerektiriyor gibi görünmez. Tarihi bağlamına baktığımızda bu yargının esas anlamını da görürüz. Sadece insan olmak ne demektir? Hak sahibi olmak için imtiyazlı bir grubun örneğin aristokrasinin yahut ucu kiliseye varan dini bir cemaatin üyesi olmanıza gerek yok, bu devletin bir vatandaşı iseniz hak sahibisiniz. Dediği bu. Tam burada örtülü olana dikkat etmek gerekiyor işte. Az evvel insan hakları düşüncesi bunu ıskalar demiştik. Belirli bir amaç etrafında bir araya gelmiş insanlar iktidardır ifadesiyle bu devletin vatandaşı iseniz hak sahibisiniz başka bir şeye ihtiyacınız yok ifadesinin ortak noktası her ikisinin de belirli bir politik birliğe bağlı olan insanı dikkate almasıdır. Yani insanları hak sahibi kılan belirli bir politik birliğe bağlı olmalarıdır. O politik birlik o insanları insan olarak tanır. İnsan olarak doğmak ile insan olarak tanınmak farklı demek ki. İnsan olarak tanınmadığınız müddetçe insan gibi muamele göremezsiniz.

 

Bu da bizi insan hakları düşüncesine haklara sahip olma hakkı kavramıyla katkı yapan Arendt’e getiriyor.  Arendt mültecileri, vatansızları dikkate alarak doğuştan herkesin sahip olduğu insan hakları anlayışını anlamlı bulmaz. Bu insanların durumu göz önüne alındığında insan haklarının aslında vatandaş hakları olduğu yani ancak bir devletin parçası olduğunuzda insan haklarından istifade edebileceğinizin görünür hale geldiğini ifade ediyor.

 

Burada bir problem bu siyasal birliğe karşı insanları neyin koruyacağı yani ulusal egemenlikle insan hakları karşı karşıya geldiğinde ne yapılacağı bir diğer problem ise herhangi bir politik birliğe üye olmayanların durumudur.

 

Arendt bunun için insan onurunda temellenen haklara sahip olma hakkı aracılığıyla insanın herhangi bir siyasi topluluğa dahil olabilme imkanını önermektedir. Bir ön kategori olarak bu kavramın işe yararlığı literatürde tartışılmıştır. Daha da tartışabilir, geliştirebilir yahut reddedebiliriz. Fakat bu teşebbüs hedefine varmasa dahi bize bir şey gösteriyor: Böyle bir durumla başa çıkabilmenin koşullarını. Diyelim ki her insana insan haklarından istifade edebilmesi adına haklara sahip olma hakkı tanındı ve koşullar oluştuğunda bir insanın vatandaş olarak kabul edilmesi için devletlerin ekstra şartlar sunması engellendi. Böyle bir durum nasıl mümkün oluyor? Bu soruya verdiğimiz cevap söz konusu koşulları ifşa eder. Bu hakkın kabul edilmesi demek tüm devletlerin aynı insan hakları gibi bu hakkı tanıması demek. Yani 1. bir hakkın etkinliği hala bir politik birliğe ihtiyaç duyuyor 2. insanlıktan sürülen kişilerin insanlığı ancak hukukla iade edilebiliyor ve hukuk ancak karşılıklı tanımayla mümkün oluyor. Bu durum aslında sadece vatansız kişileri için değil bir devletin vatandaşları için de geçerlidir. Her hak nihayetinde tanınmaya bağlıdır. Birbirlerini tanıyanlar tanıdıkları ölçüde siyasi birlik inşa edebilir, teşkilatlanabilir bir esas teşkilata sahip olabilir yani bir devlet olabilir.

 

Bugün için dikkate değer tarihi bir husus Arendt’in bunları ABD’ye sığınan bir Yahudi olarak, vatansız kalmış bir topluluğun üyesi olarak söylemesidir. Bugün aynı şeylerin mağduru değil faili olarak görüyoruz Yahudilerin bir kısmını. Yahudilerin diğer kısmının olan bitene itiraz etmesi de bir şeyleri değiştirmiyor. Zira Yahudi olmaları İsrail devletinin hareketini katılma anlamını taşımıyor. Diğer bir ifadeyle İsrail nezdinde Filistinliler gibi İsrail vatandaşı olmayan Yahudiler de tanınmıyor. Her iki halk da siyasi hareket etme kapasitesinden yoksun. Elbette İsrail vatandaşı olmayan Yahudiler için bu sadece İsrail’in eylemine katılma noktasında geçerliyken Filistinli Müslümanlar için hayatlarının tamamını kuşatan bir durum geçmişteki Yahudiler gibi. Demek ki bu adların birer ad olarak varlığından önemlisi onların etkinliği, bu da bir balonun içindeki nefes gibi, adı etkinleştiren iktidarı gerektirir. Şimdi analiz bu ise geriye bir soru kalıyor: Filistinliler bizim neyimiz olur? Türdeşlerimiz, din kardeşlerimiz vb. adlar bir şey ifade etmiyor tıpkı İsrail’i onaylamayan Yahudiler gibi hareketsiz kalıyoruz zira.

Bu soruyu dikkatli cevaplamamız lazım zira Filistinliler bizim neyimiz olur diye sorduğumuzda aslında kim olduğumuzu söylüyoruz? Yani biz kimiz, bu biz nasıl bir şey ki içine Filistinliler de dahil oluyor? Yukarıda politik birlik olmaktan, savaşın anlam dünyasının bir uzantısı olmasından bahsettik. Bir politik birlik, ortak bir anlam dünyasını paylaşır. Biz denileni barbardan ayıran budur. Bu, kolektif bir hareket yaptığımızda ortak bir gerekçeyi, ortak bir amacı paylaştığımız anlamına gelir. Neden böyle yapıyorsun sorusuna herkesin aynı cevabı vermesini ifade eder. Fakat bugün ne oluyor? İsrail’in ilk saldırısı mı bu? Coğrafyamızda kimyasal silahlar bahane edildiğinde neden bu saldırıdaki gibi bir reaksiyon olmadı. Bugün en çok söylenen hastanelerin, sivillerin saldırıya uğraması. Yani saldırının usulüne, nasılına dair bir itiraz var, nedenine dair değil. Bizim ortak bir nedenimiz yok demek ki. Bugün barbarlıkla insanlığı sadece usulden ayırıyorsak eni konu dediğimiz “minareyi çalıyorsan doğru düzgün bir kılıf hazırla”dır. Neden diye sorumuyoruz yani. Peki neden minarenin çalınmasına itiraz etmiyoruz? Biz minarenin çalınmasından razı olmayanlar değil miyiz? Biz kimiz?